ÇOCUKLUK ANILARI Çocukluklarımızdan bir zıbın, bir bebek battaniyesi, bir oyuncak kalmasa bile anılarımız her zaman parlak, her zaman canlı... sonuna kadar bizimle... Bu çocukluk anılarının oluştukları zaman süreçleri çok kısa bile olsa; yıllar sonrası akıllarımızda bu kadar canlı nasil kalabiliyorlar? Onları ebedi kılan neler? Kendi en canlı anılarıma döndüğümde yüzlercesi zihnimde nakışlı. En erken hatırlayabildiğimde üç yasindayim. Erkek kardesimle birlikte karşı caddede bir parkta oynamışız. Caddenin karşısında iki katlı evin balkonunda subay kıyafetli bir genc adam bana gülümsüyor. Bu gülüşe bir an evvel yaklaşabilmek için yanımızdaki diğer büyüğün elinden sıyrılıp caddeye atlıyorum. Bir sürü çığlıklarla beraber boyumdan buyuk bir tekerlekle burun burunayım. Tekerlek büyük bir gürültüyle ayakkabıma çok yakın duruyor... Genç subay yüzünde dehsetli bir ifadeyle balkondan atlayarak bana koşuyor... Birazdan babamın kollarındayım... Sonra beş yaşında... Babamın bana aldığı en değerli oyuncak... Paranın para olduğu zamanlardayız. Oyuncak çok büyük bir lüks. Babam Hopa’ya gitmis. Dönüşte ellerime bir plastik tavuk veriyor. Altında tekerlekleri var; ipinden çekince tekerlekler dönüyor. Tavuğum sarı, kırmızı; bütün çocuklar hayran bakıyorlar. Hepsiyle paylaşmaya çalışıyorum. Ama yaramaz çocuklardan biri tavuğumu kapıp parkın havuzuna atıyor. Ben peşinden kurtarmak için uzanıyorum ve karanlık soğuk bir yerde buluyorum kendimi. Yavasca aşağılara inip dipte oturuyorum. Biraz sonra önümde bir genç erkek yüzü beliriyor; beni yakalayıp havuzdan cıkartıyor. Ayaklarımdan tutulup silkelendiğinde ağzımdan sular çıkıyor. Annem "Havuza çocuk düştü!" laflarına başta aldırmamış... Ben havuza düşecek yaramazlıkta değilim diye... Kalabalık yarılıp arasından annemin telaşlı yüzünü ve emniyetli ellerinin uzandığını görüyorum. Tavuğumun da kurtulduğunu görünce sevincim daha da artıyor... Artvin ekibi ahşap binada hora tepiyorlar; ben masanın altında saklanıyorum. Şişman bir karın görüyorum; elbise annemin elbisesi; annem şişman değil, karnında bebek var! Ben de büyüyünce anne olacağım. Karnım benimde büyük olacak ve içinde bebek tekme atacak. Ama bu çok sonra olacak. Şimdi abla olacağım; papucum dama atılacak... Kim, nasıl atacak tarafı kafamı yormuyor değil!.. Biz beş katlı bir lojmanda oturuyoruz. Herhalde büyükler bir yolunu bulur diye fazla düşünmemeye çalışıyorum. Savaş olmuş diyorlar. Ruslar gelirse diye heyecanla konuşuyor büyükler. Kıbrıs diye bir yerlerden bahsediliyor... Annem "Karartma var!" diyor ve pencerelerimize kalın battaniyeler asıyor. Gaz lambasını kısıyoruz iyice. Bu Ruslar niçin bu kadar korkutuyor bizi! Onların çocukları yok mu? Babam gitmesin diye dualar ediyorum yorganın altına saklanıp. Bu seferki tatsiz bir anı; annemle bir tanıdık subay amca kapının önünde telaş içinde konuşuyorlar. Annem çantasını kapıp endişe ve panik içinde gidiyor bu amcayla.... Dönüşünde anlatıyor; babam bir patlamada yanmış! Annem "Çok şükür! Yanmaz kumas vermis Amerika. Askeri kiyafet de bununla dikili olduğundan bir tek elleri ve yüzü yanmıs." diyor. Benim babam kahraman olmus. İki eri kurtarmış yanmaktan. Ben gururluyum ama babam için de üzülüyor ve özlüyorum. Annem her gün babamı görmeye gidiyor ve yemek götürüyor. Bir gün beni ve erkek kardeşimi de götürüyor. Yatakta yatan adama "Bu benim babam değil!" diyen erkek kardeşim kaçıyor odadan. Ben bu adamın üzülmesini istemiyorum. Benim babama benzemiyor ama olsun; yanında annemle duruyorum. Annemin ve bu yanık adamın bakışlarından doğru yaptığımı anlıyorum. Çocukluğumun en tatlı anılarından biri de anneannemin kırışık yüzü. Bu yüzdeki tum kırışıkları ezbere biliyorum. Koynunda yatıp elimle hepsinin en ince ayrıntılarında gezdim. Büyüyünce bu yüzü ütüleyecek özel ütü alacağim ben! Anneannem soğuk kış günlerinde benim saçlarımı elleriyle ve nefesiyle kurutuyor. Göğsünde ısıttığı havlu Onun kokusunu almış... misler gibi lavanta kokuyor. Ben de anneanne olacağım, torunlarıma O'nun bana anlattığı gibi öyküler anlatacağım, üç ayda bir maaşimi alınca nane şekeri alacağım onlara... Çamaşırlarımın arasına da lavanta kurularını diktiğim tülbent keseler içinde yerleştireceğim. Ben de torunlarıma anneannem gibi kokacağım... Kokular, renkler, hatta temaslar ne kadar canlı. Gözlerimi kapatıp O anlara dönmek ne kadar kolay. Bu anılar hayatlarımızın köşe taşları mı oluyor? Bizi sevgilere, sevgisizliklere, umutlara, korkulara ve daha bir çok duygularin peşine sürüklenmede mıknatıslık mı yapıyorlar. Yoksa biz bu anları gördüğümüzde tanıyacak ruhları mı taşıyoruz? Cevap ne olursa olsun gecenin bir yarısında, yorgun bir günün ucunda; çocuklarım rahat uykularında yatarken bu anılara gidip gelmek ne kadar güzel! Acı da olsalar; tatlı da... cebimde benimle buraya, bu ana kadar geldiler. Uzun örgülü saçlı, cırpı bacaklı, iri yeşil gözleri ürkek bakışlı, sivri çeneli küçük kızla gizli arkadaşlığımızın sürüp gideceğini bilmek ne kadar huzur verici. Ya cocuklar; Onlar hangi anıları seçe seçe yollarına devam ediyorlar? Yıllar sonra ellerinde hangileri kalacak? Hangi kokular, hangi duygular, hangi olaylar ruhların derin köşelerinde ve zihinlerinin en canli hafızasına işlenecek? Top oynarken düştüklerini mi yoksa kendilerini kaldıran eli mi? Örselenen dizlerini mi; iyileşsin diye öpen dudakları mı hatırlayacaklar? Tarçınlı kekin kokusu mu yoksa taze dikilmis bir pazen pijamayı mı hatırlayacaklar? Kötü anıların önüne geçmek olanaksız. Kötülüklerden korunmayı, dilekten öteye geçirmek kontrolu bizde değil. Oysa ki iyi anılar edinmek ellerimizde. Belki bunlar çok olursa kötülere de yer kalmaz. Buz gibi bir havada birlikte sıcacık bir yürüyüş, dönüşunde elbirliğiyle pişirilen kestane, bir yorganın altına büzülüp okunan bir masal kadar bir günlük boyu ancak uzun yıllara sığan cinsten... Bir kucaklama, bir "seni seviyorum" kadar bedava ama onca da eşsiz kıymette... Hepinize ve evlatlarınıza zengin anılar dilekleriyle
|